Bakara Suresi (138)

صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًۘ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ ﴿﴿2﴾ سُورَةُ الْبَقَرَةِ138﴾

Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz(deyin) MEAL-Î ŞERİFÎ Bakara Suresi (138)

(Ey Müminler ! Deyin ki, biz Allah’a iman ettik, o da bizi) Allah’ın boyası (ile boyadı bizi iman’ı ve Hakkı kabul etme kabiliyeti üzere yarattı) boya bakımından Allah(-u Teala) dan daha güzel olan kimdir ? (o halde başka boyaya, vaftize lüzum yoktur) ve biz ancak ona ibadet (kulluk) edicileriz.

İZAHAT (tefsiri)

İbn-i Abbas (Radıyaliahu Anhuma)dan rivayete göre, Efendimiz şöyle buyurdu: “Muhakkak Ben-i İsrail “Ey Musa! Rabbin boya yapar mı?” dediler. (O da): “Allah’dan korkun.” dedi. Bunun üzerine Rabbi ona nida ederek: “Ey Musa! sana, Rabbin boya yapar mı ? diye sordular. Sen onlara evet (yapar, diye cevap ver). Renkleri ben boyarım kırmızı, beyaz, siyah, (ben boyarım) bütün renkler benim boyamamdandır.”buyurdu ve bu hususta Efendimize de, bu ayet-i celileyi indirdi. (Suyutî, D.Mensur:1/240)

Ayet-i celilede geçen Sıbgatallah: (Allah’ın boyasın) dan murat; Fıtratullah’dır. Allah’ın fıtratı ise, insanları ilk yaratırken, İslam kabiliyeti üzere yaratmasıdır. Zira Müslümanların dışındaki herkes de ilk doğduğunda, Müslümanlar gibi fıtrat-ı islamiye (İslam kabiliyeti) üzere yaratılmıştır. Sonra, bazılarının ana-babası Yahudi olduklarından o çocuğu yahudiyete, bazıları da Nasrani olduklarından, nasraniyete, bazıları da mecusî olduklarından mecusiyete alıştırmaktadırlar.   Nitekim :

Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) den rivayete göre, Resulullah ﷺ şöyle buyurdu: “Her doğan çocuk İslam kabiliyeti üzere doğrulur (doğar). Sonra, anne-babası onu Yahudî veya Hıristiyan veya Mecusi (ateşperest) ederler. Bir hayvan her azası tam ve yerinde olarak doğrulduğu gibi (her doğan çocuk da kabiliyetleri tam olarak doğrulur), siz onda bir kesiklik ve bir yarık görüyor musunuz?” (Buharî, Cenaiz: 93-2/104 Ebu Davud, Sünnet:17)

Hadis-i şerifte ki: “Tüntecü” kelimesinin naib-i faili altındaki: “Hiye” dir ve önce geçen: “El-behiymeti” ye raci (dönücü) dür.

İkinci: “El-behîmete”,  “întacel behîmeti.” takdirinde olarak meful-u mutlaktır. Muzaf olan: “întace” hazf edildiği için irabı muzafun ileyh olan: “El-behîmeti” ye verilmiş böylece: “El-behîmete” olmuştur.

Yani nasıl bir hayvan azası yerinde olarak yaratılıyor da sonra sahibi onun kulağını yarıyor veya boynuzunu kırıyorsa, işte her doğrulan çocuk da, tam bir İslam kabiliyeti üzerine yaratılıyor. Ama sonra, anne-babası onu kendi dinlerine çevirerek bu kabiliyetten uzaklaştırıyorlar.

Şu halde Fıtrat-ı Asliye olan İslam kabiliyeti insanın ziyneti olup, eseri boya gibi açıkça gözüktüğünden boyaya benzetilmiş ve bu suretle fıtrat’a, sıbga denilmiştir.Yahut: “Sıbga” hidayet manasındadır. Buna göre, ayet-i celilenin manası: “Allah-u Teala bizi kendi hidayetiyle hidayete kavuşturdu ki, biz hak olan yolu bulduk. Hidayet yönünden Allah-u Teala’dan daha güzel kim olabilir ?” demektir.

Bu manaya göre de, boyalı elbisenin zahirinde (dışında) boya görüldüğü gibi hidayetin eseri de, açığa çıktığından hidayet boyaya benzetilmiştir. Yahut: “Sıbğa” iman manasına gelmektedir, zira boya elbisenin içine işlediği gibi, iman da kalbe işlediğinden boyaya benzetilmiştir.

Yahut:“Sıbga” din manasındadır. Zira boyamanın eseri hariçte (dışarıda) görüldüğü gibi, dinin taharet (temizlik), namaz, zekat gibi hükümleri de hariçte görüldüğünden, dine: “Sıbga” denmiştir. Buna göre mana: Ey Yahudî ve Hıristiyanlar! “Biz Allah’ın diniyle dindar olur (yaşarız) din cihetinden Cenab-ı Hak’tan daha güzel kim olabilir.” demek olur. Veyahut Hıristiyanlarda ki, adete şekil benzerliği suretiyle Din-i Mübin-i İslam’a, Sıbga denmiştir, şöyle ki: Hıristiyanlar yeni doğan çocuklarını yedinci gün kiliselerinde sakladıkları: “Mamudiye” isimli, “Vaftiz” denilen sarı boyalı bir suya daldırırlarda bu onlarca sünnet makamına kaim bir temizleme ve boyama muamelesidir. Bunu yaptıklarında çocuğun tam manasıyla Hıristiyan olduğuna ve temizlendiğine inanırlardı. Onlar böyle yapmakla bütün insanlara: “Sizde böyle yapın ki, asıl dinle dindar olasınız.” demiş oluyorlardı.

Allah-u Teala Hazretleri de bunu reddederek, müminlere şöyle emretti, deyin ki: “Bizi Allah-u Teala Hazretleri kendi boyasıyla boyadı, temizlemesiyle temizledi, hidayetiyle hidayete erdirdi, binaenaleyh başka boyaya, vaftize lüzum yoktur. Biz ancak ona ibadet eder ve onu dinleriz.”

Ayet-i celilenin son cümlesi olan: “Biz ancak O’na ibadet edicileriz.” kavli şerifinde şuna işaret vardır ki. Arif (Allah’ı bilen) ler Rablerine ne cennet istediklerinden ve ne de cehennemden korktuklarından dolayı ibadet etmezler, ancak Cenab-ı Hak ibadete layık olduğu için, O’na karşı kulluk vazifelerini ifa eder (tam manasıyla yerine getirir) ler.

Mevla Teala’nın, Zebur kitabında şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Cenneti istediği için veya cehennemden korktuğu için bana ibadet edenden daha zalim var mıdır ? Ben cennet ve cehennemi yaratmasaydım, ibadet olunmaya layık değil miydim ?” (Ruhu ‘ı-Beyan ilgili ayet)

Sehl ibni Abdullah (Kuddise Sırruhu) Hazretleri buyurdu ki: “Dört şeyden feryadı (şikayeti) kesmedikçe hiç bu kimsenin hakkıyla kulluk etmesi mümkün olmaz. Bunlar da: Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet (alçaklık) tan ibarettir.”

Şeyh Ebul Abbas (Rahimehullah) buyurmuştur ki: “Kulun vakitleri dörttür, yani kul vakitlerini şu dört şekil üzere geçirir) bunun beşincisi yoktur, 1. – Taat(ibadet üzere olmak), 2. – Masiyet (günah üzere bulunmak), 3. – Nimet, 4. -Beladır ve bu vakitlerden her birinin, ubudiyet (kulluk) tan bir hissesi vardır ki, Rububiyet (Rab’lik) hükmünce Mevla Teala onu kulundan istemektedir.”

Taat ve nimet içinde olanın yapacağı şükürdür ki, o da kalbin Allah-u Teala’nın bu ihsanlarıyla ferahlanmasından, sevinmesinden ibarettir. Masiyet ve bela içinde olanın çaresi ise günahlarından tevbe ve istiğfar etmesi belalara karşı da sabır ve rıza göstermesidir.

O halde kul, en üstün dereceye ve en son maksada ulaşıncaya kadar, vakitlerini iyice gözlemeli ve ona göre hareket etmelidir.

Rivayet edilmiştir ki, Sirri Sakatî (Kuddise Sırruhu) Hazretleri şöyle buyurdu:

Yirmi sene mahlukatın en dilsizi olarak durdum, tuzağıma ancak bir kişi düştü (ancak bana bir kişi uydu). Bir Cuma günü Bağdat’ta bir camide konuşurken:

“Bir zayıfa şaşarım ki, kavi (kuvvetli) ye nasıl isyan eder.” dedim. Cumartesi günü sabah namazını kılınca bir delikanlıyla karşılaştım ki, atı üzerinde duruyordu, arkasında atlarının üzerinde olan bir cemaat önünde ise, köleler bulunuyordu. O, hayvanından inerek: “Sirri Sakatî hanginiz ?” diye sordu, yanımda oturanlar beni işaret edince, bana selam verdi ve oturdu. Senin: “Bir zayıfa şaşarım ki, kuvvetliye nasıl isyan eder.” dediğini işittim; “Bununla ne kastettin?” dedi. Ben de:“Adem oğlundan daha zayıf yoktur, Allah-u Tealadan ise daha kuvvetli yoktur. Adem oğlu bu zafiyetiyle beraber Allah’a isyan etmektedir.” diye cevap verdim. Ben böyle deyince, o ağlamaya başladı.

Sonra: “Ey Sirrî ! Senin Rabbin benim gibi bir boğulmuşu kabul eder mi?” dedi. Ben de: “Boğulanları Allah’tan başka kim kurtarır.” dedim. Bunun üzerine: “Ey Sirrî ! Benim çok haksızlıklarım var, nasıl yapacağım ? “ dedi. Ben de şöyle dedim: “Her şeyden ayrılıp sade Mevla Teala’ya sarılırsan, Allah-u Teala senin tarafından hasımlarını razı eder. Zira bize ulaşan bir habere göre :

“Kıyamet günü olup Allah’ın bir dostunun başına hasımları toplandığı zaman, Allah-u Teala Hazretleri, onlardan her birine bir melek tayin edip şöyle dedirtir: <Allah’ın dostunu korkutmayın, zira bu gün bütün haklarınız Allah-u Teala’ya aittir.>

Bunun üzerine o genç ağlamaya devam ederek: “Bana, Allah’a giden yolu beyan et!.” dedi. Ben de:

“Orta olanların yolunu istiyorsan Namaz kılmaya. Oruç tutmaya ve günahlarından tövbe etmeye devam et. Velilerin yolunu arıyorsan, her şeyden alakayı kes, yaratıcının hizmetine sarıl.” dedim. Bunun üzerine mendilini ıslatacak kadar ağladı ve yoluna devam etti ve bütün hallerini değiştirerek çoluk çocuğunu terk etti, kabristanlara yerleşti, ta ki bu hal üzere vefat etti.

Vefatından sonra bir gece onu ipek kumaşlarla süslenmiş gördüm. Bana: “Allah seni hayırla mükafatlandırsın!” diyordu. Ben ona: “Allah-u Teala sana ne muamele etti.” diye sorunca, “Beni cennete girdirdi ve bana hiç bir günahımdan sormadı.” dedi.

RUHU ‘L – FURKAN

Paylaş